
CÜZDAN
Ben buradayım, bir kez daha karşındayım, dedim. Nasılsın? İyiyim sen nasılsın? İyi ne olsun aynı: dükkandan eve evden dükkana… Bildiğin gibi rutin işte. Asıl sen anlat bakalım ne var ne yok? Hep gerilmişimdir bu girizgah karşısında, sanki en sevdiğim kişinin mezarını kazıyorum. “Kendimin…” Ben bencil miyim diye düşünüyorum ve hayır diyorum. Aslında evet herkes kadar. Herkes kadar paylaşımcıyım ben. Yalnızca kederimi ve yalnızlığımı paylaşmam diyorum ve bir de korkularımı tabi ki. Aldım, üniversiteliyim ama işsizim diplomasını; -evet evet Aysel teyzeciğim, maalesef az oldu bu seneki atanma durumlarını- dedim. Güldü. Ben sana demiştim dedi. Haklı ve mağrur bir general tavrıyla. Hep haklıydı, hep büyük oynardı. Ben neden ona hiç benzemiyordum? Neyse sonra konuşuruz gel yemek hazır, kaynanan da seviyormuş ha! Oturdum masaya. Bu çantada neyin nesi, sen çanta taşımazdın böyle bu renkte? Ne varmış renginde? Ne yok ki gökkuşağı gibi maşallah! Kitaplarımı, onun dışında ağırlık yapan eşyalarımı, cüzdanımı taşıyorum. Cüzdanın mı ağırlık yapıyor, dedi. Ses tonunu belirleyen hayal kırıklığını gizlemeden. Bu ses tonunu çok iyi hatırlıyorum.
1998’in Samatyası’ndayız. İlk karne, ilk başarı… Tertemiz, mis gibi bir hava… Karşımda yine, fakat bu kez -aslında ilk ve son kez- benim sevincime ortak olmaya çalışmaya çalışan biri gibi. Yüzü o gün İstanbul’a paralel bir porte çiziyor: Sevecen, rahatlatıcı ve sakin. Yeni aldığı motorsikletiyle gezdiriyor beni. Karne hediyesi! “Hakkı usta, oradan iki tane karışık külah ver hele.” Motorsiklet hareket halindeyken yiyoruz bir güzel. Sonra mı? Fizyolojik ihtiyaçlar bir şekilde kendini su yüzüne çıkarıyor. Bu gayet olağanmış, ben bunu o gün anladım o hala anlamadı.
Televizyonu aç istersen. Dilekten çok emir var tonundaki ben bu tonu da gayet iyi biliyorum. Ayağa kalkıp televizyona yöneldim. Tanıdığım bir kanal açtım öyle alalede. Kanal kendi çizgisinin biraz dışında bir işe kalkışmış. Televizyonun solundaki aynaya, aynanın kenarına gözüm ilişti. Üzerimde yıpranmış üniformam, altımda siyah kadife pantolonum, siyah corcik kunduram ve saçlarım sola taranmış olan fotoğrafım… Küflü, kurşuni bir kış ortasına sürüklüyor yalnızlığımı. Çirkinliğimi örtecek sevgilere muhtaç bir vaziyette dilenen, kalabalığın içindeki halim. Bu kalabalıkta nasıl da fark edilmemişim diyorum. Sessizlik ilaç diyor çok uzaklardan biri, bense sessizlikten kör oluyorum. Bu fotoğrafı ben çekmiştim. Evet hatırlıyorum. Hiç unutmadım, unutmayı ne çok isterdim oysaki. Her çocuk bir süper gücü olsun isterdi. Kimi uçabilmeyi kimi görünmemeyi… Ben hep, hafıza kaybına uğramayı dilerdim. Çocukluk işte… Bu makine o zamanların en pahalısıydı, markla ödemiştim. Kendimi daha değerli hissetmem mi gerekiyor? O zamanlar her şey çok daha güzeldi. Ortak düşündüğümüz ender konulardan biri. Ben bile o ‘zamanlar’ı, bu zamana tercih ediyorum. İyi para kazanıyorduk, güzelce eğleniyorduk. Eğleniyordun! Öyle işte, hey gidi günler. Bak şimdi anca yağımızda kavruluyoruz. Yaşlandım ne yapayım; sen yanımda kalsaydın daha iyi kazanırdık. Bu kez de suçlayıcı tonuna büründü. İşte bu, en sevdiği! Bilemeyiz ki belki de bugünden bile beter olurduk. Beni hiç anlamadın ki sen. Benden kaçmak için kaderine isyan edip günaha girdin. Saçma sapan hallere büründün, renkli menkli. İşin bile yok baksana! Sahi isyan etmemin nedeni neydi? Senden değil siyahından kaçtım ben hep. Dönüp geriye baktığımda fark ettim ki tek siyahın benmişim. Haklısın deyip tekrar oturdum masaya. Bıyık altından bir gülümseme yayıldı yüzüne. Cüzdan ağırlık yapar mı hiç? Erkek adamsın sen, koy şunu cebine, dedi.
Bir cevap yazın