
DÜNYANIN SINIRLARI
“Gösterdiğimiz şey, bizim ona ilişkin bilgisizliğimizdir;
ondan bahsetmekten aciz oluşumuzdur, bizim
aphesis’imizdir.(aphesis: konuşma yitimi)”
Damascius
Kolektif yaşama geçen insanın temel ihtiyaçlarından sonra ilk ihtiyacı dil olmuştur. Konuşup, anlaşabilmek hatta anlamlandırarak anlatabilmek için zihninde oluşan gerçekliğin imgesini dille yansıtmıştır. Gerek günlük konuşma dili gerekse sanat faaliyeti için yazıya aktarılan dil, düşüncelerin belirli bir anlam sunacak şekilde kullanılması sonucu oluşur.
Her dil kendini haber verme olarak sunmak adına benzerlikleri kullanır. Ortak edimi kendini dayatma biçimi olan dil, kendini işaret eden benzeşliklerden sessiz bir yankı olarak kelimelere zuhur eder.
Sanat iç erdemlerini benzeşlikleriyle yansıtmaksa insan doğasıyla, öğrenmişliğiyle dünyaya taşıdığı anlama yeteneğini yapıtına taşıyabilir. Birbirini davet eden benzeşlikler sınırsızlıklarını kalabalıklaşmaya bağlarlar. Mümkün bir olguya, olaya sahip olmayan hiçbir şey düşünülemez, düşlenemez dolayısıyla imlenemez ve anlamsızdır. Dünyanın benzeşlikler kalabalığında kelimeler de dilin, şeylerin işaretleri olduğu düşünüldüğünde kendi sınırsızlığını ilan eder.
Dil, arketipimizden uzaklaşmış olmasına rağmen yaşadığı toplumun bir işareti olduğu gibi mutlak bilinçaltıdır da… İlk insanın düşünme biçimiyle modern insanın mutlak bilginin ışığında düşünme biçimi benzersizdir. Yazı ise bilgiye dayanan düşünme biçiminin simgelerle aktarılması… “Yazı, dilin etkin aklıdır” der Michel Foucault. Buradan hareketle dil sisteminin de bir yaşamı vardır. Ve bu yaşamında imgeler kastetme sürecinde etkin rol oynar.
Düşünmeye karakterini veren dil, zihinsel ortamların da yardımıyla imler oluşturup kastetme süreçlerine girdiği andan itibaren anlama, anlatma modellerini belirli/belirsiz çerçevelerle ortaya koyar.
Mümkün bir olguya sahip olmayan tanımlamalar anlamsızsa, bu tanımlamaları kullanmamız dilimizin işleyişini bilmememizden kaynaklanır. Doğal bir yetenek olmayan yani öğrenilen ve bilimsel kabul edilen dilin ancak yaşamı süresince karakterini koruduğu, kabataslak bir söylemeden ibaret olmadığı gerçeğiyle yüzleşerek zihinsel faaliyetlerin psikolojik karşılamalarıyla ortaya konuşu sonucu oluşan kastetme süreçleri, anlama dürtüsünün sonradan gelişkinliğiyle birleşince dilin arkeolojisini kazıma gerekliliğine itiyor bizi. Yazıda “Gösterdiğimiz şey, bizim ona ilişkin bilgisizliğimizdir; ondan bahsetmekten aciz oluşumuzdur, bizim aphesis’imizdir.(aphesis: konuşma yitimi)”
Tüm anlama –doğru ya da yanlış- süreçlerini belirleyen gramatik bildirimleri deneyimleyemememiz dilin işleyişini bilmememizden kaynaklanır. Metaforlar bu işleyişi daha da zorlayıcı kılar. Günlük dilde olağan ifade biçimlerimizin kök saldığı eğilim yazı dilinde metaforlar, imgelerle başka bir boyut kazanıyorsa anlama süreçlerimiz de ona göre şekil alır.
Tüm bunlardan sonra, ilkel insan için bir varlık nedeni olma biçimiyle kalıcılık ya da kalıcılığı temin etme aracı olarak normal! karşılanan şiddet dürtüsü günümüzde yazı diline de aktarılmasıyla mantıki biçimin bir olgunun, bir nesnenin, bir önermenin ya da bir adın gerçekliğine eklemlendiğini düşünürsek şiddetin de dilin bir ifade etme kipi olması vesilesiyle yansıdığını söyleyebilir miyiz dersiniz?
“Görülebilen şey söylenemez” – Wittengestein
Bir cevap yazın