
GÜLÜŞLERİMİZ ÇÜRÜDÜ… EDEBİ BEĞENİLERİMİZ DE …
Ahmed Balad Coşkun, daha önce Spinoz, Fransız Balkon ve Acuka adlı
romanlarından sonra dördüncü romanı “Gülüşün Çürümüş Menteşesi”nde
okuyucuya öylesine güçlü hissettiriyor ki, o metinler okunduğunda şiddetin
acımasızlığı belleğin kendisi haline getiriliyor ve okuyucunun vicdanında
onulmaz bir delik açıyor.
Ne yaşadığımız dünya eski dünya ne de yaşadığımız ülke eski ülke… Yaşadığımız günler de artık o eski bildik günler değil… Asıl sorun, bu gerçekliğin mevcut durumuyla birlikte her gün şimdiye kadar denenmemiş yöntemle işlenen ve envai çeşitte yaşatılan acıları ve şiddeti edebiyat alanına yansıtmanın anlamının belirsizliği… “Sanat ki artık düşünümsüz olamaz, şenlikten kendi isteğiyle vazgeçmek zorundadır. Onu buna zorlayan da her şeyden önce yakın geçmişte gerçekleşmiş şeylerdir. Auschwitz’ten sonra şiir yazılamayacağı cümlesinin mutlak bir geçerliliği yoktur ama şu kesin ki Auschwitz geçmişte mümkün olduğu kadar ve belirsiz bir gelecek boyunca da mümkün kalacağı için, şen sanat artık tasavvur edilemez.”([1]) Bize de Adorno’nun bu deyişini şöyle yorumlamak düşer. İşte edebiyatı tamamen ele geçirmeye çalışan bu belirsizliğin içerisinde özgürlük varmış gibi gösteren bir hiçliğin varlığını artık tartışmaktan kaçınmamalıyız. Edebi üretimde bulunan herkesin, teknolojinin gelişiminin sahibi olarak egemen güçler, kültürü bize ideolojik aygıt olarak dayatmasıyla birlikte gerçekliğinin inkârını a pirori ([2]) olarak sunmasına karşı bir tavır sergilemesi gerektiğinin farkına varılması gerektiriyor. Yazarların ille imgelemelerin ve betimlerin zorunluluğunu yaşatmaları, acı ve şiddeti dile getirilmesinde birçok kaygı ve korkunun doğmasından başka bir şey değil. Yani kültürel endüstrinin pradigmalarıyla düşünüp üretmesinden daha çok bu korku ve kaygının başında felaketi anlatmanın zorluğu geliyor. Bu zorluk edebi bir metine dönüştürmede estetik dilin yaratımından başka bir şey değil.
İşte, Ahmet Balad Coşkun’un “Gülüşün Çürümüş Menteşesi” ([3]) adlı romanı edebi metinlerin bu sorunsalına bir itiraz olarak duruyor karşımızda. Kitabın arka kapağında romanla ilgili, “Ahmed Balad Coşkun’un yeni romanı Gülüşün Çürümüş Menteşesi, savaşı ve göçü anlatıyor. Suriyeli, Ukraynalı, Afganistanlı mültecilerin İstanbul’da, Silopi’de, kilisede, sığınmacı kamplarında yolları, hikâyeleri kesişiyor. Gülüşün Çürümüş Menteşesi gazetede okuduğu haberi zihninden atamayan karakterin rüyası bir bakıma. Savaşı anlama ve anlatma çabası, dilin anlamı yok eden yazgısının sonucu olarak romana biçim veriyor.” şeklindeki tanıtım yazısı da bu itirazın bir gerekçesi zaten.
Ahmed Balad Coşkun, çok deneyimli bir yazar. Roman kuramını piyasada adı duyulmuş, el üstünde tutulan birçok yazardan çok daha iyi bilen bir yazar. Üstelik tıp ve psikiyatri eğitiminin uzmanlığını edebi birikiminde müthiş bir şekilde alt yapı olarak kullanıyor. Zaten Coşkun, edebiyat kuramlarıyla ve psikanaliz alanında yaptığı çalışmalarla biliniyor.
Ahmed Balad Coşkun, daha önce Spinoz, Fransız Balkon ve Acuka adlı romanlarından sonra dördüncü romanı Gülüşün Çürümüş Menteşesi’nde okuyucuya öylesine güçlü hissettiriyor ki, o metinler okunduğunda şiddetin acımasızlığı belleğin kendisi haline getiriliyor ve okuyucunun vicdanında onulmaz bir delik açıyor.
“Gölgelerin işlediği zifiri cinayetlerin tanığıyız. Hakikaten bir rüya kadar uzaklaşabilir: Bebeğin beline bağlı bir ip, evine su taşıyan annesinin ayak bileğinde. Yanıp sönen yoksul bir tebessümün çevresini emekleyen bebek de, kanatları hareketsiz bir rüzgargülü gibi renkli. Dil, anlamını yok edene dek trajedisinin yörüngesine yazgılı. Bir alıcı kuş gibi avının canını alana dek acının tepesinde dönüp duracak. Hareketsiz kalmayı kendine amaç edinmiş çaresiz mimiklerle bağırarak da susarak da yol alınmıyor: “…Annem sokağın ortasında kaldı öylece, önce belli belirsiz kıpırdıyordu, sonra saatler geçtikçe hareketleri azaldı. Annem tamı tamına yedi gün sokakta kaldı. Hiçbirimiz uyuyamadık. Köpekler gelir, kuşlar konar diye, o orada yattı, biz yüz elli metre ilerisinde öldük…” (Cumhuriyet Gazetesi 4 Ocak 2016. Taybet İnan’ın oğlunun, annesinin ardından yazdığı satırlardan) Sabah aldığım gazeteyi, taşındığım günün gecesi hiç okumadan perde yapmıştım.”([4])
Evet, Coşkun bu romanda salt roman savaşı ve göçü anlatmaya çalışmıyor, benzeri yaşanmamış bir acının sadece pencerede asılı bir gazete kupüründe yer alınmasına seyirci kalmaya itiraz ediyor. Aynı zamanda da “ ‘Acı bulaşır, kaçamazsın!’ dedi.’En fazla bağıra bağıra dört dönersin etrafında!’”([5]), “‘Haberiniz olsun, birbirimizden uzak olsak da hepimiz burada ölüyoruz.”’([6]) diyerek okuru da içine alan eleştiriyi edebi bir metnin yazılımında da estetik değerden ödün vermiyor ve yeni bir metin dilinin doğuşunu sağlıyor. Özellikle okurun suskunluğuna da yeni bir görmenin farkındalığına işaret ediyor.
Coşkun’un mekânsal betimleri okurun zihninde kalıcı sahiciliği yerleştirmeyi de amaçlıyor. Öteki bir ilişkinin neden olduğu bir cinayeti anlatırken mekânın tasviri, minör edebiyatında alışagelmiş yapının kurmacasını yeniden örülmesini sağlıyor. Egosantrik düşünceyi alışagelmiş dilin ötesine geçerek metinlerin analizinin yapılmasını da yazınsal deneyimin ustalığı olarak kendini kabul ettiriyor. Özce, bu romanda acı ve savaş şeyleşmiyor, alışmamızı istemiyor, yazınsal deneyimde bir roman disiplininin kusursuz örneğini sergiliyor.
İyi bir okursanız,Gülüşün Çürümüş Menteşesi’ni okuyunca, şu ana kadar neden okumadığınızı sorgulayacak, iyi bir romanı okumamış olmanın eksikliğini anlayacaksınız. Özce, bu roman edebi beğenileri çürümemiş olanlar için…
[1]Adorno, W.T., (2004), “Edebiyat Yazıları”, (Çev. Sabir Yücesoy, Orhan Koçak), s. 155, İstanbul: Metis.
[2] Deneyden önce gelen
[3]Nota Bene Yayınları. (2019, 1.Baskı)
[4]A.g.e. Sayfa, 8.
[5]A.g.e. Sayfa, 36.
[6]A.g.e. Sayfa, 129
Bir cevap yazın