
KUSMA
Zifiri karanlıkta çalan saat ile uyanıyorum her sabah, üzerimden kocaman bir silindir geçmiş gibi… Nice zamandır her sabah yataktan vücudum yıpranmış, zihnim darmaduman kalkıyorum. Her geçen gün yeni yeni ağrılar ekliyor bedenime, belimi, yanımı tutarak başlıyorum güne.
Böyle ruhsuz nursuz uyandığım sabahlarda mırıldandığım ‘buna da şükür, bir işim var sağlıklıyım’ gibi telkinler de fayda etmiyor artık. Bitkinim. Yılların çaresizliği, durmadan yenilgilerimi kabulleniş ağır bir yük omuzlarımda… Yaşanmışlıklar ayrı bir yük, yaşanmamışlıklar ayrı, özlemlerim, düşlerim, keşkelerim, pişmanlıklarım kocaman bir yumruk gibi midemde… Artık yaşlanıyorum, aldığım yaşlar mı yoksa hayatın bu ağırlığı mı belimi büküyor, bilemiyorum. Mevsim ne olursa olsun her sabah uyanır uyanmaz açtığım pencereden giren havada asılı kalmış çiçek kokusu da kucaklamıyor beni. O da beni çoktan terk etti. Artık kahvaltı yaparken eşlik eden kumruları da görmüyorum cam önünde. Bıraktığım ekmek kırıntılarını yemiyorlar. Bir zamanlar bu evde olduğu gibi çocuk seslerinin olduğu başka sıcak yuvalar keşfetmişlerdir.
Yalnızlığa dayanamayan tek ben değilmişim. Ne olur sus diyorum iç sesime, “Ne olur sus, midemi bulandırma.”İç sesimin yanıtını almadan hızla kalkıyorum yerimden, koşa koşa çıkıyorum evden. Merdivenleri inerken giyiyorum montumu, ayakkabılarımın bağcığını bağlayamadım yine otobüsü kaçıracağım diye. Büyük bir iş yapmış edasıyla ulaşıyorum durağa, çok kişi bekliyor, otobüsün gelmemiş olmasına seviniyorum. Bir nefes alıp, ayakkabılarımın bağcığını bağlıyorum. O sırada karşıdan bin naz bin eda ile gelen otobüsü görüyorum.
Otobüs yine tıklım tıklım… Muavin her zamanki gibi durmadan konuşuyor. “Sağlı sollu yanaşalım lütfen”, “Arabanın arkası boş”, “Hanfendi soldan ilerleyin, koridorda bekleme yapmayalım, araba uygun” , “Camlara dönerek ilerleyelim”, “Bayan, sarılı bayan çantanızı önünüze alın”, “Yürü arkadaşım, yürü arkaya” gibi cümleler adamın her bir organından fışkırıyor sanki. Bir ara o kadar çok ilerle, otur, kalk, öyle yap, böyle yap diyor ki, dayanamayıp “ Tek ayaküstünde de duralım mı?” lafı çıkıveriyor ağzımdan. Muavin “Yok yok ona gerek yok” diyor ne dediğimi anlamadan. Gülme sesleri duyuyorum.
Otobüsün koridorunda iki değil üç sıra oluyoruz, bir yerden tutmaya gerek yok, herkes birbirine yapışmış vaziyette yolculuk yapıyor. “Akraba olduk vallahi” diyor çaprazımda duran saçları rengârenk kadın. O sırada şoförün yaptığı ani fren hepimizi harmanlıyor, tüm yolcular tek vücut oluyor adeta. Herkes bir ağızdan söyleniyor, bir şey olmayacağını, bu ani frenlerin hep tekrarlanacağını bile bile. Yanımda sohbet eden liseli olduklarını tahmin ettiğim kızlar, sürekli birbirlerine ‘kanka’ diye hitap ediyor. “Kanka var ya geçen gün öyle olmuştu, yaaa sorma kanka, deme kanka…”. Başta duymamaya çalışıyorum, takılmamaya ama bu mümkün olmuyor. Her duyduğum ‘kanka’ sözcüğü zehirli bir ok gibi saplanıyor beynime. Bir ara öyle coşuyorlar ki, el kol hareketi yaparken, bir tanesinin parmağı gözüme giriyor.Böyle yarım ağız özür dileyip‘kanka kanka’ konuşmasına devam ediyor. Bir süre sonra gerçekten konuşmalar midemi bulandırmaya başlıyor.
Normal bir mide bulantısı değil, tansiyonum düşüyor. Kankakankakankakanka… Allahım! Beynim zonkluyor. Bir gayret, kızlara sırtımı dönmeye çalışıyorum. Kelli felli bir adamın kolunun altında kalıyor kafam. Sonra çocukluğuma uzanıyorum birden, kasabama gidiyorum, kasabadaki tezek kokularına, tezek yapıp okula gelen arkadaşlarıma, yakın çevrede tezek yakıldığı zaman açamadığımız cam balkon kapılarına… Yıllar öncesinden beynimin kıvrımlarına sinen bu koku, şimdi genzimi yakıyor. “Cin çarpar aman, ağzını yüzünü kapat, nefes almadan geç” sesleri eşliğinde dört bir yanım çürümüş atıklarla dolu çukurlardan geçiyorum ayak parmaklarımın ucuna basarak. Adını ‘kelli felli’ koyduğum adam, kapkara saçları, gömleğinden fışkıran kıllarıyla son derece kendinden emin tutuyor demirden. En son ne zaman suya elini uzattı acaba diye düşünüyorum. Bu adama dokunan, bu adamla sevişen bir kadın var mıdır diye geçiriyorum aklımdan. Midem daha fazla bulanıyor, sanırım tansiyonum dibe doğru gidiyor.
Adamın diğer yanında duran yaşça benden epey büyük bir kadın, belli ki yüzümün aldığı ekşilikten güç alarak söylenmeye başlıyor. “Bu zamanda böyle koku pes yani pes” cümlesini duyunca kadına yöneliyor bakışlarım. Tamam, hazır dinleyici de buldu belli konuşacak. “Haksız mıyım ama” diye başlıyor tekrardan. “Yani eskisi gibi değil ki su bol, sabun bol, topluma karışıyorsunuz yani bu kadar da olmaz ki canım Allah Allah” diye bir süre sonra sadece uğultu haline gelen konuşması midemdeki bulantıyı daha da artırıyor.
Kadının konuşması devam ederken içimden bir şeylerin aktığını hissediyorum. Başı sonu belli olmayan bir fırtına beni bir uçurumdan tortop edip savuruyor. Her bir parçam bir yardaki kayalıkların sivri uçlarında asılı kalıyor. En son zeminin ayaklarımın altından kaydığını hissettim, sonrası yok.Gözlerimi açtığımda oturuyordum, sapsarı oldun diyor yanımdaki teyze. Çok derin bir uykudan uyanmış gibi benliğim, burnum da hala tezek kokusu, beynimde uçuşan tüm sözcükler ‘kanka’. Yanımdaki teyze oturduğum koltuğun da yarısını kaplamış durumda. İyice küçülüyorum, içimden kopup giden şeylerle birlikte. “Aman evladım, karnın mı aç?” Yok, demeye çalışıyorum ama dinlemiyor beni. “Şimdiki moda kimse evinde kahvaltısını yapıp çıkmıyor. Yok, efendim sabah sabah canları istemiyormuş da, yok diyet yapıyorlarmış da bitmiyor bahaneleri. Tembellikten başka bir şey değil. Hazır, hazırlayan birileri olsa güzel ala da yerler amma…”
Neyse sustu diyorum, yok teyze hızını alamıyor. “Ne zaman sabah şehirde işim olsa simitçilerin önünde kuyruk görüyorum. Yani her gün her gün simit, poğaça yenir mi? Pes yani. O poğaçalar var ya poğaçalar kalp damar düşmanı. Beşinci sınıf yağlarla yapılıyor onlar.” Teyze çok kararlı o da kusacak içindeki her şeyi. “Vallahi şimdiki adamlar melek, yani biz eskiden beylerimizi kahvaltı yapmadan evden gönderecektik ne mümkün, sabahın köründe kalkıp Allah ne verdiyse hazırlardık, şimdikilere yazık ayaklarıyla bay bay yapıyorlar yataktan. Ne günlere kaldık. Evde kadın mı besliyorlar güvercin mi belli değil” diye devam eden teyzeye bir iki laf etmek istiyorum ama başaramıyorum. Teyze otomatiğe bağlanmış şekilde, bir robot gibi konuşuyor, kendine sağdan soldan taraf bulma çabasına da girerek. Sonra sanki tüm otobüs konuşmaya başlıyor, teyzeyi kendince destekleyenler gülümserken, teyzeye karşı çıkanlar kızgın kızgın söyleniyor.
Aniden kalkıp kapıya yaklaşıyorum. Teyze arkamdan konuşmaya devam ediyor, “ Sakın haa sakın bir daha bir şey yemeden çıkma evden, baksana zaten iki bakar gözün kalmış, can boğazdan gelir.” sonrasını duymuyorum. Kendimi atıyorum otobüsten. Kusuyorum.