
TANRI İSTEMEZSE
Ortadoğu’nun kadim kültürlerinde misafir ağırlama ritüeli önemlidir. Aslolan misafirin memnuniyetidir.
Ailenin ekabirleri bir yer sofrasının etrafında rakılarını yudumlarken biz gençler elimizde biralarla yan tarafta tepiniyorduk.1990’ lı yıllar pop müzik almış başını gitmişti. Dans ederken müziğe eşlik etmeye çalışıyorduk detone sesimizle. “Sırtımda yamalı bir hırka hadi gidelim parka.” Müzik durdu birden, Çukurova’nın en yanık en acılı sesi duyuldu sonra “Adını sen koy, özlerim seni seninle bile, vuslat mı hasret mi? Adını sen koy, aşkınla yanıp da düşürdün dile, sevgi mi nefret mi? Adını sen koy…” Müslüm söylüyordu. Koyamadım adını, hiç dinlememiştim ama nedensiz sevmiyordum. Pop müzik girmişti kanımıza önceleri. Sonraları gelişmekte olan siyasi bilinçle adını koyamadım ve misafir olmanın tüm avantajıyla çıktım öne: “Ya o susar ya ben giderim.” Sessizlik oldu önce. Müslüm Baba’nın evlatları anlamsızca bakıyorlardı bana. Sanayide çalışan sabah akşam Müslüm dinleyen gençler. Sevmiş ama kavuşamamış. Kavuşmuş ama ayrılmış… Nutuk çekmeye başladım: “arabesk müzik yoz kültürdür zinhar dinlenemez.” Sistemin tüm çarpıklığını Müslüm vasıtasıyla arabeske yüklemiştim. Yapacak bir şey yok emir siyasiydi, boynumuz kıldan inceydi. O yüzden hiçbir şarkısını bilmem Müslüm’ün.
Bu zamana kadar arabeskin devleri arasında en çok Müslüm’e haksızlık etmişim, neredeyse hiç dinlememişim. Müslüm’e haksızlığı sadece ben yapmamışım ki. Yeşilçam da yapmış yapacağını. İbo’yu Hülya Avşar’la, Ferdi’yi Necla Nazır’la, Orhan Gencebay’ın karşısına Cüneyt Arkın’ı bile yardımcı rolle çıkaran Yeşilçam, Müslüm’ün sevip evlendiği kadını, annesi rolünde çıkardı karşımıza.
Müslüm’ün itirazı yükseldi sonra “Ben hep yenilmeğe mahkûm muyum? Ben hep ezilmeğe mecbur muyum? İtirazım var bu yalan dolana.” Hiç kimsenin beklemediği yerden onu görmeyenlere veya bile isteye görmezden gelenlere golünü atıverdi. Paramparça ile karşımızdaydı umulmadık bir anda güneş gözlüğü, beyaz ceketi antika arabasıyla paramparça deyiverdi. Tabi benim ve benim gibilerin duyguları da bakış açıları da paramparça oldu. Artık direnmenin anlamı kalmamıştı. Dinlediğim zaman veya ekranda gördüğüm zaman rahatsız etmiyordu. Sezen Aksu’dan dinlemeğe alıştığım Tanrı İstemezse şarkısı ile barışmaya az kalmıştı. “Sen tanrı mısın? Beni öldürdün, eşime dostuma beni güldürdün, vicdanın sesini dinle bak ne diyor, senin için bir can bir can gidiyor.” Terk edilmenin acısını bütün tonlarıyla haykırıyordu. Onun sesinden dinleyince tekrar tekrar terk ediliyormuş hissi uyandırıyordu ki ölüm haberi ekranlardaydı. Müslüm Baba ölmüştü.
Ekranlar onu dinlemeyen entellerin nasıl konserlerine koştuklarını anlatıyordu. Sosyolojik bir araştırmanın şart olduğunu söyleyen haber spikeri de vardı, hakkında kitapların yazılmasının gerekliliğini söyleyen de. Gerçek yaşam öyküsünün filme çekileceği söylendi sessiz sedasız. Bahçemin baktığı karanlık tepe aydınlanıvermişti birdenbire. Müslüm filminin çekildiği mekanlardan birisiymiş. Her akşam karşılıklı bakışıyoruz. Fragmanı izlemeden ilk sahnesinin çekimine tanıklık etmiş oldum tesadüfen. Filmin gösterime girmesiyle büyük ses getirmesi bir oldu. Onu dinlememiş izleyici kitlesine lafın gelmesi gecikmemişti. “Ne oldu düne kadar beğenmediğiniz, dinlemediğiniz adamın filmi için kuyruğa girmişsiniz. “Henüz izlememiş olsam da izlemeye karar verdiğim için ben de nasibimi almış oluyordum.
Birden filmi izlemekle başlayamazdım. Oturup bol bol şarkılarını dinledim. Bu arada hala sevdiğimi söyleyemem. Ama şarkılardaki acıyı anlamlaştırmam lazım. Şarkılarda acı, keder, hüzün, yenilmişlik, kavuşamama, kaybetme hepsi var. Sonra “Müslüm BabanınEvlatları” belgesel filminden haberdar oldum. Onun için slogan atan dinleyicilerle başlayan belgeselin ilk can alıcı karesi bir dikiş makinesinin başındaki genç fotoğrafı. Aslında belgeseli de filmi de özetleyen yorumlamamızı kolaylaştıran kare karşımdaydı ama adım adım ilerlemeye devam edeyim.
Müslümcüler internet ortamında birbirleriyle iletişime geçmişlerdi ve sosyal medyada boy göstermeye başlamışlardı. Kendini Müslüm’e benzeten birisi de aşkın renklerini sıralıyordu kendince. Kendilerine ait sayfaları, jargonları gelişiyordu. Kendilerine ait dünyayı sanal alemde de devam ettiriyorlardı. Tanışıp evleniyor, birbirlerine yardımcı oluyorlardı hatta Müslüm yüzünden boşandığını söyleyen de vardı. Gerekçesi de beni seviyorsa dinlediğim müziğe de saygı duymalıydı. Ortak noktalarını şöyle anlatıyordu içlerinden biri: Hepimiz aynı yolun yolcusuyuz. Yetiştirme yurdunda kalan da babasını yeni yitirmiş dinleyici de baba boşluğunu çok içten bir şekilde Müslüm Baba’da giderdiğini söylüyordu. Ama en can alıcı tanımlama şu olsa gerek “Müslüm Gürses dünyadır ve biz o dünyanın parçalarıyız.” Devamında da Müslüm Gürses sevgisinin en güzel tanımı bir araştırmacıdan geliyordu: insanlara atfedilen imparator, kral, padişah gibi kavramlarda kavramın doğası gereği bir ulaşılmazlık vardır ancak “baba” ailedendir.
Baba ailedendi ancak kentin görünmeyen sokaklarından. Köyden kente göç etmiş, şehirli olamamış, karnı doymamış, yarı aç yarı tok, sevdiğine kavuşamamış ailenin babasıydı. Sevenleri şarkı sözlerinde kendilerini bulmuş, onun sözlerini emir kabul etmiş. Hatta o şarkı sözleri nedeniyle suça bulaşmadığını söyleyen bile var. Uzun lafın kısası Müslüm Gürses sevdası (aynı zamanda arabesk müzik) ülkenin kentleşme süreci ve kentleşme sorunlarıyla paralel büyüyen bir olgu.
Müslüm filmine gelecek olursak etkilendiğimi söylemek zorundayım. Başarılı bir oyuncu kadrosu ile güzel bir film çıkmış ortaya ancak Timuçin Esen’i ayrıca kutlamak gerekir. Cumhuriyet Bayramını kutladığımız bugünde cumhuriyetin en güzel kazanımlarından olan ve günümüzde heba edilen Halkevleri çıkıyor karşımıza. Her odasından değişik enstrümanların sesinin yükseldiği o sahne ve Limoncu Ali ile tanışması eşsizdi. Müslüm bu yönüyle alaylı değil mektepli sayılırdı, hocası da aynı zamanda ona hayat koçluğu da yapan Limoncu Ali.
Köyden kente göç etmiş ailesine katkı için çalıştığı ayakkabıcı sahnesi beni “Müslüm Babanın Evlatları” belgeselinin başındaki fotoğrafa alıp götürdü. Dikiş makinesinin başında bir hayran ve ayakkabının tabanını törpüleyen genç Müslüm. Müslüm sevdasını anlamak için yeterli olsa gerek. Müslüm’den ve müziğinden uzaksanız benim gibi, yaşadığı dramatik hayat hakkında da bilgi sahibi değilsinizdir.
Annesinin gördüğü şiddet, daha sonra annesinin kız kardeşiyle beraber öldürülmesi sahnesi kan dondurucuydu. Emine Bulut cinayetini izler gibiydim. Eli bıçaklı baba çocuklarının önünde eşini bıçaklıyordu. Zaman da film de durmuştu. Boğazımın düğümlendiğini hatırlıyorum. O zamandan bu zamana kadın cinayetlerinin önüne geçememişiz. Namus demişiz, töre demişiz, öfke, kıskançlık, alkol demişiz öldürmüşüz. Müslüm’ü damda serili tuttuğu çarşaflarla annesinin hatırasını canlı tutmaya çalışırken izleyenler bir kez daha derinden sarsılıyor. Kardeşinin çarşafları koklaması…
Film aktıkça aktarılan her acı ile beraber söylenen şarkıların acısını anlar hale geliyorsunuz. Kazadan sonra ölü sanılıp morga konulması, canlı olduğunun anlaşılması, müziğe dönme çabası kardeşinin ölümü ve sonrasında babasının eline bıraktığı bir avuç toprak. Acı, keder sizi de içine çekerken “Mutlu Ol Yeter” şarkısı damarlarınızdan akıyormuş hissi uyandırabilir. Ancak Muhterem Nur ile tanışma sahnesindeki tokat hadisesi ve evlendikten sonraki dayak mevzusu, üzerine en çok konuşulması gereken konu gibi görünüyor.
Annesinin gördüğü şiddet ve ölüm şekli itibariyle hayatı travmatik olan biri neden kadına şiddet uygular?
Bir cevap yazın