
“Tavhane Çocukları”: Metrukat Çocukları-1
(İktidar, Modernizasyon, Kimlik Ve Sınıf Mücadelesi)
Gündoğumu ve günbatımı farklıdır, bir devrin açılması ve bir dönemin kapanması farklıdır. Doğunun ve batının insanı, coğrafyası, serüveni farklıdır. Zaman ve konumu, etkisi bakımından uygarlıklar farklıdır. Göçüp giden ve hala yaşayan uygarlıkların kökleri ve kazandırdıkları farklıdır.
Eskidünya ile Yenidünya’nın kaderleri farklıdır. Eskiden, yeniye olan insan göçlerinin zamanı, çapı ve etkileri farklıdır. Bu karmaşa içinde toplumların coğrafyalarda durulması, kimlik bulması, serüvenleri, yenen-yenilen kavimler ve sonuçları farklıdır. Sonuçta hepsi bir kıtada birlikte yaşamakta ve aynı kazanda kaynamaktadır, her birinin kaynama-erime ve donma dereceleri farklıdır. Sonunda bir kitle, kütle oluşmuştur ve her biri farklıdır.
Her coğrafyada kültür değişiminin hızı ve yoğunluğu farklıdır. Her kültür ve uygarlığın önderleri, kahramanları ve bunların rolleri farklıdır. Her uygarlık kendi dilini kullanmış ve sözü yazıya dönüştürmüştür ama alfabeleri farklıdır. Her coğrafyadaki insanın rengi, huyu-suyu, davranışı ve kabiliyeti farklıdır.
Her coğrafyanın florası ve faunası, toprak yapısı ve içerikleri, iklimi farklıdır. Alet yapan, konuşan ve düşünen insanların renkleri, dinleri, düşünce ve umutları, dilleri, örf ve adetleri, yönetim şekilleri, insan-doğa-ilah ilişkileri farklıdır.
İnsanın kendisini, evreni, doğayı, toplumu tanıma hızı ve düzeyi, toplumsal değerleri, rızalı ve rızasız kabuliyetleri sindirmesi, uyum göstermesi, sorunlara çare bulması farklıdır ve kendi değer ölçülerine tabidir. Toplumda hür ve eşit yaşamak, kararlara katılımcı olmak, sömürmek, artı-ürünü bölüşmek, yönetilmek, yöneteni kutsamak ilkeleri farklıdır. Rıza, itaat ve teslimiyet, tebaa ve vatandaş, birey ve toplum, fert ve devlet, ağaç ve orman unsurları farklıdır.
Her coğrafyadaki toplumların gelişmişlik düzeyleri, toplumsal ilişkileri, yaşama biçim ve değerleri; üretimin araçları, sahipleri ve teknikleri farklıdır. Yönetenler toplumsal istekleri dile getirdiği gibi bazen kendi tercihini önceler ve farklı olur, toplumu serüvenlere sürükler, zapt ettiği şehir ve coğrafya ile övünür ama öldürdüklerini ve tahrip ettiklerini saklar, söylemez.
Her insanın özel ve özgün hatları, DNA’sı ve parmak izi var, ayrı ve değişken davranışı, zekâ seviyesi, duygu ve hevesleri, farklı rüyaları var.
Karga bülbül, tavuk kaz, kaz ördek ve her kuş keklik değildir. Tavşan aslan, kurt tilki, eşek at, deve fil değildir. Çeltik buğday, mısır arpa, yılan akrep, köstebek kuş, haşhaş susam, nohut bezelye değildir. Farklılıklar birlikte güzeldir ve zenginliktir.
Her deve hendek atlamaz, farklı ürünler aynı toprakta ve kendi özelliğinde var olur, yaşar, büyür. Hibrid ürünler yeni dönemin icadıdır, gerçi hayvanlar ve hatta insanlar arasında ara-ürünler, geçiş ürünleri, miks türler vardır ama özellikler sabit ve geçerlidir. Dinlerin, dillerin tekleştirilmesi ve yok edilmesi, doğaya, insanın varlığına müdahaledir, geçersiz ve beyhudedir. Türü-cinsi değiştirme denemeleri yerine birlikte var olma ve yaşamanın koşulları sağlanmalıdır. Gerekli ve insani olan budur.
Bütün bu farklılıkların ortak bir kuramı ve dinamiği vardır: Diyalektik; değişim ve dönüşüm, tez-antitez ve sentez. Varlığın özünde “çatışma” vardır, bu da yenileşme sürecidir. Buluşlar, keşifler, fikirler bunu hep ileri taşımaktadır. Erken çıkan yol alır. Kestirmeden varışlar (darbeler) yolu kısaltmış gibi olur fakat pişmemiş, ham kalır, özümsenmez, veren-alır da, senin olmaz, emanet durur, uzun-kısa, dar-geniş gelir. Çünkü kendi potasında kaynamamıştır. Bilim ürünlerini alır ve ancak sınırlı kullanmayı öğrenir, rahatına erer ve fakat ekleme yapamaz, mantık sistemi yoktur, montaj yeterli olmaktadır. Her toplum aynı hızda ve kabiliyette değişmez, her insan aynı hızda yürümez, anlamaz ve aynı sürede yaşamaz.
Doğudan kopup batıya gelen, eskiden ayrılıp yeni kıtaya gelen “Kavimler Göçü” sonunda, coğrafya savaş alanına dönmüştür. Bu durum uzun sürmüş ve bölgesel devletler oluşmuş, mevcutlarda yönetim değişmiştir. Hıristiyanlığın yayılması, keşiflerin olması, başka kıta zenginliklerinin talan edilip Avrupa’ya getirilmesi, teknolojik değişmeler, ticaret sınıfının oluşması, feodalitenin yıkılması, Rönesans ile aydınlanmanın olması Yeni Kıtayı yeni sisteme taşımış ve böylece modernizasyon başlamıştır. Sermaye artmış ve el değiştirmiş, işçi-köylü sınıfı hareketlenmiş ve nihayet Büyük Fransız İhtilali (1789) ve sonrasında 1828,1848 Sanayi Devrimleri yaşanmıştır. Geleneksel dini değerler yerini, laik/akılcı sisteme bırakmıştır. Dini duygular, hayaller, umutlar, efsane ve mitolojiler yerine; akıl ve bilim ile varılan, denenen ve tekrarlanıp ispatlanan, keşif ve icatlar geçerli olmuştur. Bu değişim çatışma ile olmuş ve yine beraberinde çatışmayı getirmiştir. Süreç, çatışarak devam etmekte ilerleyip yükselmektedir. Bilim adamı, kâşif, düşünür, aydın, filozof bu değişim ve dönüşümün dinamolarıdır. Ruhbanın yerini akıl-bilim gerçeği almıştır. Mitoloji, efsane, din ve inanç kendi kalesine çekilmiştir.
*
Batı, rasyonalite-teoloji çatışmasını, aklı tercih ederek sonuçlandırdı ve sonra atılım yaptı, şimdi de hep öndedir ve teolojik uygulamalı ülkeleri sömürmektedir. Batı muktedirini seçmekte, yetkilerini sınırlamakta ve denetlemekte, zamansal olarak değiştirmektedir. Doğuda muktedir, ya ölümü ve ya darbeyi beklemektedir. Batıda çelişki, emek-sermaye, işçi-patron şeklinde “sınıf mücadelesi” ne dönüşmüştür. Mücadele sonucu, ahlaki, hukuki, felsefi, yönetsel ve insani birçok kavram tedavüle girmiş ve uğrunda ölünür olmuştur. Teknolojik değişimler, yani olanaklar ve sorunlar doğurmuştur. Günümüzde küreselleşmenin sorunları yaşanmaktadır.
Doğu toplumu, batının gerisinde ve sömürgesi olarak kalmıştır. Toplumsal yapısı, yönetimi, sınıflar, gelir dağılımı, üretim tarzı ve ilişkileri arkaiktir. Batıyı taklitle oluşturulmuş kurumlar randımanlı değildir, sonuçta nal toplamakta ve daha çok dua etmektedir.
Doğuda; iktidar bir kişidedir, İlah Bir’dir ve her şey O’nun hükmünde, kudretindedir, her şey O’na tabidir. Muktedir, rakip tanımaz, O’na karşı hak yok, ödev vardır, istemek yok verilene şükretmek ve beklemek vardır. Rıza yok, mutlak itaat-teslimiyet vardır. Teklif yok, emri icra vardır. ”Kelleyi koltuğa alan karşı çıkar”, ya ölür, ya da alır. Alırsa veya ölürse de “muhalif” kalmamıştır. Ya “Ben”, gene “Ben”. Seçmek ve seçilmek gibi bir şey yoktur. Muktedirin seçimi ve eylemi “kader” dir. Din ve diyanet, efsane ve mitoloji buna göredir. Akıl be bilim bunu desteklemelidir, eylemi sınırlı ve belirlenmiş amaca göredir. Akıl mitoloji ve dinin emrindedir, dini söylemleri doğrulamak içindir. Ötesi/gayrısı şeytanidir, Ehrimenidir, batıldır, kâfirdir, katli caizdir. Dini şeriat, muktedirin isteklerine göredir. “Ruhban, ya fetvayı veya kellesini’ gönderecektir”. Dini vecibelerde bu fikriyat telkin edilecek ve bunlara uyanların “cennete gidecekleri” telkin edilecektir. Muktedir, tebaa yerine düşünecek ve yapacaktır, “denizin üzerine seccade serip namaz kılacaktır” ama kayıkta ve haremde şarap içecektir. Muktedir, hükmettiğinin boynunu vurduracak ve fakat hanedanın kanını akıtmayıp boğduracaktır. Bu yetmezse “Nizam-ı âlem için karındaşını öldürmek caizdir” deyip beşikteki bebekleri katlettirecek ve sonra da “Peygambere komşu” olacağı ibadethanelerde ilan/telkin edilecektir.
Daha önceleri Muktedir-Kral-Han-Sultan; “İlah” idi, sonra “İlahın Hizmetkârı” ve sonra da “İlahın Gölgesi” oldu. Ancak, 01 Kasım 1922 tarihinde, Milli Mücadele içinde Mustafa Kemal Paşa iradesinde TBMM’nin; “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, hukuku hâkimiyet ve hükümranının mümessili hakikisi olduğuna dair” 308 sayılı kararnamesi ile bu “İlahi Gölge” (Saltanat) kaldırılmıştır. Bu tarihten sonra “Hâkimiyet, kayıtsız şartsız milletindir” denilmektedir. Darbelerin sonu gelmemiştir. Aradan geçen bir asra rağmen hâlâ ve halen ‘Bulut-Bayrak’ yapılmaktadır. Karanlıkta yaşayanlar, ışıkta yürümeye alışmamışlardır. Karanlık işlere özlem ve uygulama vardır.
Halifelik (İslami hukuk, şeriat), TBMM’nin çıkardığı bir kanunun (03 Mart 192/Kanun No.431) birinci maddesinde; “Halife hal edilmiştir. Hilafet, Hükümet ve Cumhuriyet mana ve mefhumunda esasen mündemiç olduğundan Hilafet makamı mülgadır” denilmektedir. Saltanat ve hilafetin kaynağı TBMM olarak belirtilmiştir. Bundan sonra da 05 Şubat 1937 tarihinde, 1924 Anayasasının 2. Maddesi “Türkiye Cumhuriyeti, Cumhuriyetçi, Halkçı, Devletçi, Laik ve İnkılapçıdır” şeklinde değiştirilmiş ve bu ilkeler sonraki anayasalarda aynen korunmuştur. Ama bugün hilafet istekleri tartışılmakta, ruhban gösterileri yapılmaktadır.
Bu devrimsel/yasal değişmeler yanında, millet ve hilafet, saltanat kavramlarının yerinde boşluk kaldı ve bunu gidermek amacıyla “millet” kavramı manipüle edildi. “Millet” dini bir kavram olup, inanırlarının tümünü eşit olarak kapsamaktadır ve Müslüman ahali kastedilmektedir. Gayr-müslimler de birer millettirler. Böylece vatandaş anlamında “millet” sözü kullanıldı fakat oturmadı. “Milletten kasıt Türk milleti” olunca kavmiyetçilik öne çıktı. “Devletle vatandaşlık bağı olan herkes Türktür” sözü kanun ifadesi oldu. Öztürkler buna itiraz ettiler; bir Ermeni, Yahudi, Gürcü, Kürt’ün nasıl Türk kabul edilecekleri tartışıldı ve sonuçta öz-Türk olmayanlara “Kanun Türkü” denildi. İttihat ve Terakki dönemindeki akımlardan birisi olan (Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük) Türkçülük yerine “Milliyetçilik” ifadesi kullanılır oldu, ama mahiyeti, içeriği, uygulaması aynı kaldı. Bunun çatışması halen devam etmektedir. Toplumda her şeyin muktedirin tercihine bağlı olmadığı gerçeği yaşanmaktadır. Sosyolojik gerçekler daima hükmünü icra ederler, bulut geçer, gün doğar.
*
Bütün bu anlatılanlar, gazeteci ve yazar Adnan Gerger’in yazıp yayımladığı “Tavhane Çocukları” (İthaki Yayınları,168 s, 2022) adlı romanını anlamak ve yorumlamak içindir.
“Tavhane Çocukları”: Metrukât Çocukları -2
Gazeteci, yazar Adnan Gerger; “Tavhane Çocukları” adlı romanına bu ismi bulmak için çok çalıştığını, arayıp düşündüğünü söylemektedir. Tavhane adının Farsça/Kürtçe’den geldiği anlaşılmakta ve sözlükte “limonluk, yoksulların sığındığı sıcak bir yer” anlamında olduğu bildirilmektedir. Olabilir ve doğrudur. Bu adın çağrışımında bir küme sözcük aşağıda sıralanmıştır. Ancak, terkedilmiş, yalnız, sefil olan bu çocukların kaldığı izbe, çöplük, nemli, tehlikeli, karanlık yerler hiçte “sıcak” ve kalınacak bir yer değildir. Ama mecburiyet, her şeyi katlanılır kılmaktadır. İsimlendirme ile mekân arasında uyumsuzluk vardır. Cezaevine ‘Özgür hane’, mahpusa ‘özgür insan’ demek gibi bir şey olur ve isabetsiz düşer. Dillerin ‘tarama sözlük’ leri daha kapsamlı olmaktadır.
Birkaç söz ve sözcük çalışması:
Tav-tav: Bir nida, ünlem.
Tavlı: Besili, etli, şişman
Tavlamak: Kıvamına getirmek, elverişli duruma getirmek, demir tavlamak, kız tavlamak, metal işinde tesviyeci sözü.
Tavhane: 1-Yapma ve bileşik bir söz. Beslemek, kilo aldırmak, besihane, özel ve itinalı bakım yeri. 2-Farsça kökenli bir kelime. Yoksulların sığındığı sıcak yer. Merdiven, balkon vb. yerlerin kıyılarına çekilen, 20-30 cm yüksekliğindeki set, limonluk.
‘Tav-hane: Aydınlık, güneşli yer, güneş-ışık huzmesi
-hane: Hapishane, nezarethane, işkencehane, sefalethane, sefahathane, sefarethane, divanhane, gasilhane, gusulhane, istirahathane, sefilhane, yemekhane, aşhane, Basmahane, Kağıthane, kütüphane, yetimhane, viranhane. (Yapılmış, sistemi ve anlamı-işlevi olan yerler içindir.)
-gâh: Dergah, ziyaretgah, seyrangah, ordugah
Ahır: Büyükbaş hayvanların konulduğu kapalı mekân
Tavhane-tavlahane: At, beygir, katırın konulduğu kapalı mekân
Gom: Küçükbaş hayvanların konulduğu alçak kapalı mekânlar
Kümes: Tavuk cinsinin konulduğu kapalı mekân,
İn: yırtıcı hayvanların barındığı doğal veya yapılmış yerler
Mezbele: Çöplük, sergo, gofık, kirli pasaklı yer, mezbelelik.
Metrukhane: Terkedilmiş, sahipsiz mekânlar, mallar
‘Halihane: Boş ve sahipsiz kalmış yerler
İzbehane: Kuytu, pis, loş, nemli yerler
Genel olarak bakıma muhtaç çocuklar
Her aile çocuklarını beslemek ve geleceğini hazırlamak ister. Ancak bazı zaruretler buna engel olur. Engellerin bir kısmı bireysel/ailesel olduğu halde diğer bir kısmı genel yaşama koşullarına bağlıdır. Ailenin bulunduğu yerde, maddeten zayıf düşerek çocuğuna bakamadığı durumlarda, çocuk sahiplidir ve fakat bakım ve geleceğe hazırlama olanakları yoktur. Bu durumda, aile çocuğu başka bir aileye “besleme” olarak vermekte ve çocuk bu yeni evin çocuğu olarak yaşamakta ve büyümektedir. Her şey iyi gitse dahi bunun birçok sorunlar barındıracağı açıktır. Yine de yaşamak güzeldir ve bir sıfırdan büyüktür.
Yakın zamanda “Çocuk Bakım Evleri” ne alınan çocuklar, genel eğitim yanında hayata kazandırılmak bakımından bir meslek eğitimine de tabi tutulmakta ve askere gidinceye kadar kurumun himayesinde kalmaktadır.
Uzun bir süre, Sokak Çocukları Derneği’nde gönüllü-ücretsiz hekimlik yapmış ve bunları tanımış, sorunların çözümünde yardımcı olmuştum. Tüm boyutlarıyla bunun kanayan bir yara olduğuna şahit oldum. Bu nedenle yüreğimin ağlayan sesini hala dinlerim.
Sokak Çocuklarını gruplara ayırmak mümkündür: Kimsesiz olduğu için sokakta kalanlar ve psikolojik/organik sıkıntısı, hastalığı olduğu için sokağa kaçanlar, evde şiddete, istismara maruz kaldıkları için sokağa kaçanlar, madde bağımlılığı olduğu için sokakta kalanlar, sokağa kaçırılanlar/bırakılanlar, kaybolan çocuklar. Göç, felaket, savaş, yangın durumunda unutulan ve kaybolan çocuklar.
Bu çocuklar; öksüz-yetim-kimsesizdir, savaşın ve katliamın artıklarıdır, depremde, heyelanda, selde kurtarılanlardır. Ucuz işgücünün, fuhuş-uyuşturucu-kaçakçılık-organ nakli için donör, şartlandırma-mankurt- tetikçi adaylarıdır.
Anadolu’da Celali İsyanlarında, medreselerde okuyan ögrenciler/suhte, alaylar oluşturup, yol-kesmeye ve soygunculuk yapmaya başlamışlardır.
Büyük şehirlerin eski, izbe ve kenar semtlerindeki sahipsiz, terkedilmiş, çöplerle dolu, kapısız, penceresiz, loş, rutubetli ve kasvetli mekânlar sokak çocukları için sığınak/barınak olmaktadır. Su yok, hela yok, ateş yok ve her şey çöplükten toplama. Her boydan, yaştan ve yapıdan, karakterden, her huydan çocuklar bir topluluk oluşturmakta ve içlerinden zıpkın olan birisi Reis olmaktadır. O emretmekte, diğerleri itaat etmekte ve birbirlerini sahiplenmektedirler. Her birinin serüveni bir roman ve bir dram. Kendilerine özgü kuralları, ilkeleri ve işbölümü var.
İşte Adnan Gerger, bu çocukları anlatan ve bir çözüm üretilmesini zorlayan bir belgesel hazırlamak için, Ankara’nın çeşitli gecekondu semtlerinde, bu terkedilmiş, metruk yerlerde, sefalethanelerde yaşayan çocuklarla dostane bir ilişki kurmuş, onları tanımış, metinler hazırlamış. Ancak her nasılsa belgesel gerçekleşmemiş ve derlenen bu veriler Adnan Gerger’in gazeteci-yazar anlatımıyla “Tavhane Çocukları” adıyla roman olmuştur.
Bu roman, Türkiye’nin bir asırlık sosyal sürecini, değişim ve dönüşümünü, modernleşmenin sorunlarını, sosyal-toplumsal yapısındaki sorunları anlatmaktadır. Kırsaldaki çekişmeleri, ağa baskısını, ağa-devlet ilişkisini, siyasal sistemin işleyişini, çözülmemiş sorunlarını anlatmaktadır. Bir fotoğraf çekip önümüze koymakta ve bizi düşünmeye zorlamaktadır. Romanın kahramanlarından çıkış/kurtuluş mücadelesi yapan ve sistemli bir amacı hedefleyen kimse yok. Sadece çocuklar arasındaki sosyal, psikolojik ilişki belirtilmektedir. Hâsılı sisteme bir isyan sesi/sözü yok, yaşamak azmi ve gayreti var. Adnan Gerger’in değindiği sorunlar yanında, işaret etmediği daha nice sorunlar vardır. Geniş ve dertli bir coğrafya; masum ve mahrum büyük bir kitlede sorunlar dizi dizi…
Özellikle Köy Enstitüsü çıkışlı birçok yazar, dönemlerinin köy romanlarını ve sanayileşmenin sorunlarını, tarımda mekanizasyonun sonuçlarını, şehirleşme ve gecekondu yapım/yıkım mücadelesini, köylünün işçi olmasını, bunun sosyo-psikolojik belirtilerini, sınıfsal ayrışmanın belirgin olmasını ve arada sistemin değişmesine dair isteklerini dillendirdiler, bu uğurda örgütlenip mücadele ettiler, asıldılar ve fakat unutulmadılar.
Kan-revan pahasına Türkiye, bir aydınlanma çağına girdi. Ancak şimdi mumun ışığı azalmış, lambanın fitili yanmış ve fanusun gazı azalmış, ışığın şiddeti düşmüş ve karanlık yoğunlaşmıştır.
*
Göçmen sözü, çokça çağrışım yapmaktadır: Göç-göçmen, muhacir, sığınma-sığınmacı, kaçak, seyyah-seyahat. Bu insan göçü; memleket, devlet içinde veya dışında olmaktadır. İnsanlar; tahsil, geçim, meslek edinmek, kaçmak için yer değiştirmektedir. Bu nedenle göç, dar-geniş kapsamlı veya rızalı-mecburi olmaktadır.
Mecburi-kitlesel göçler; savaş, deprem, yangın, sel, isyan gibi nedenlerle yaşanmaktadır. Göç; belli yere iskân veya memlekette serbest yerleşim şeklinde olmaktadır. Osmanlıda aşiretlerin iskânı, zapedilmiş yerlerin meskûn ve güvenli duruma getirilmesi (zapt, işgal, istila ve ilhak) şeklinde olurken Cumhuriyet döneminde Tunceli İskân Kanunu, 1925,1930-1932 olaylarında Kürtlerin sürgün edilmesi, 1990 Terör olaylarında köy yakmaları/boşaltmaları ve sürgünler şeklinde devam etmektedir.
1906 Adana ve 1915 Ermeni Kırımında arta kalan malların satılıp tasfiyesi için “Emval-i metruke malları ve izalesi hakkında kararname” çıkarılmış ve böylece, talan, gasp olayları kapatılmıştır. Ama yara hala kanamaktadır. Kimsesiz çocuklar “Yetimhane” lere alınmış ve eğitimle “mutlu Türk” olmaları amaçlanmıştır. Dersimi bombalayan pilotlardan olan Sabiha Gökçen bu okullardan yetişmiştir. Yahudi olan Tekin Alp, Yahudilerin İbranice yerine Türkçe ile ibadet etmelerini istemiş ve öldüğü zaman “kimsesiz” olarak belediye tarafından defnedilmiştir.
Türkiye’de sorun başlıkları çok ve çeşitlidir: Modernizasyon, şehirleşme, mekanizasyon, iletişim, yol, su, elektrik, okullaşma, ticaret, fabrika, bazar, işte uzmanlaşma, fuhuş, dilencilik, soygun, eğlence, konut, gecekondu, mafya, kumar, ihbar, sabotaj, dil yasaklama, hanelere baskın, toplu tutuklamalar, işkence, ekonomik abluka, tarım sahalarının ve hayvancılığın bozulması, sıkıyönetim, OHAL, Seyahat ve toplantıların, siyasetin sınırlandırılması-yasaklama, yetersiz kamu hizmeti, cezaevleri inşaatları ve aşırı dolgunluğu, tecrit-işkence, faili belli ve fakat işlem görmeyen ölümler-infaz, insanlık dışı muamele, Kayyum yönetimi, siyasete baskı ve yasaklama, parti kapatmaları, ev-aramaları, ırza tecavüz, adam kaçırmalar, keyfi uygulamalar, ölçüsüz devlet şiddeti, sokağa ve otlatmaya çıkma yasakları, yasaklanmış bölgeler, bombalamalar, savaş uçakları, helikopter, SİHA’lar, kimyasal ve gazlı silahlar, mezar yıkmaları, cenazelere işkence, cenazelerin gizli definleri ve sahiplerine verilmeyişi, sivil namazların yasaklanması, dernek ve kültürevlerinin kapatılması, düğün ve konvoylarda renkli flamaların yasaklanması, müzik bantlarının ve kitapların suç delili sayılmaları, terör olayları, basın ve medya üzerinden yapılan manipülasyon ve algı oluşturmak yani gerçeği gizlemek, kumpas ve sabotajları gizlemek, hükümranı öven ve onaylayan teksesli bir medya yaratmak, muhalifi ezmek, devleti kutsamak, orman için ağaçları kesmek, yolsuzlukları örtmek, ötekileştirip işlevsiz ve mahrum bırakmak, demokrasi ve insan haklarından uzaklaşmak, hukuktan kanuna ve kanundan kararnameye ve buradan emre, itaate ve teslimiyete varmak, demokrasinin aslı olan rekabet, yarış, liyakat yerine emre-verilene teslimiyetle sadıkat göstermek, talep yok görev vermek/almak ve son affedilmek var…
*
“Tavhane Çocukları” bir gazeteci titizliği ile yazılmış. Bilindiği gibi gazete bir varlıktır ve bunun çeşitli sayfaları, köşeleri, cepheleri vardır. Herkese seslenir ve herkes kendisine bir köşe bulur. Adnan Gerger de her kesime seslenecek şekilde bir dizi olay sıralamakta ve arada romantik anlatımlarla bağlantı kurmakta, polis-adliye muhabirliği hünerini sergilemektedir. Olayın nedeni ve çözümü öncesinde ve sonrasında, başka bir bahara kalmaktadır. Dramatik olaylar, vicdanları kanatmaktadır. Toplumsal yapının sorunları örneklenmiştir, biraz çekimser açıklanmıştır. Roman, asparagas haberle/ olayın çarpıtılmasıyla başlamakta ve mankurt olmuş babanın oğlunu ve yazarı öldürtmesiyle sona ermekte ve bir bulut kayıp gitmektedir. Roman 22 bölümden oluşmaktadır.
Davul-zurna, çağrı/haber aletleridir. Elektrik ve hoparlörün bulunmadığı Kâhta’da 1950-’60 arasında Belediye bekçisi Dêmıro (Hüseyin), bekçi düdüğünü çalarak çarşının orta yerine gelir, beraberinde getirdiği davul-zurnayı Gevendelere çaldırır ve sonra “Dikkat! Dikkat!” der düdüğünü üç defa öttürerek. Belediyenin ilanını alçak sesle okuyan kâtibin sözlerini bağırarak tekrarlardı. Arada davul-zurna çalınır ve böylece ilanat yapılırdı.
Düğün ve derneklerin, askere gidişlerin, önemli kişileri karşılamanın, govend-dilan tutmanın (halay) savaşa çıkmanın habercisi ve çalgısıdır davul-zurna. Zurnacı, çalgının, sesin etkisiyle esriyebilir, transa geçip vecde gelebilir ve böylece sermest olup baygın düşebilir. Nadirdir ama olur. Fakat zurna ile aşküflendiği daha görülmemiştir. Kaval ve flütün sesi yanık ve nefesi kesiktir, acı ve ızdıraptır, hüzün ve elemdir. Piyano kalbe dokunur, Tembur/bağlamanın telleri yürek titretir. Ama zurna ile şaka olmaz, “zurnanın son deliği” vardır, bakarsın “zurna zırt eder”. Zurna eşliğinde sevişmek ve dillere destan olmak bir “alamet-i farika”dır.
Adnan Gerger’in yazdığı “Tavhane Çocukları”, Türkiye’nin sorunlarını ve özellikle “Sokak Çocukları Sorunu” nu kavramak ve tedbir alınması için gayret gösterilmesinin bilincine varmak bakımından okunmalıdır.
Bir cevap yazın