
YAZMALIYIM
Ne olacak bu barış güvercinin hali? Odanın bir tarafından diğer tarafına uçuyor sonra da duvara çarparak yere düşüyordu. İşte şimdi yerde yine can çekişiyor. Onu en kısa zamanda bu duvarlardan kurtarmalı ve doğaya salmalıydı. Belki o zaman kanlı coğrafyalar huzur bulurdu.Filozofların arıta arıta demledikleri ne kadar söz varsa şimdi dönüp dolaşıp duvarlara çarpıyordu beyninde. Yazmalıydı. Hem de en kısa sürede. Yoksa beynini kemiren bu darbelere dayanamayacaktı. Kelimeler harf harf dizilip bir ordu gibi üzerine geliyordu. Onlardan kaçarken boğazını yakalayan bir işçi kömür karası elleriyle onu boğuyordu. ‘’Yazacağım.’’ Dedi.’’Hepsini yazacağım hepsini…’’ Çocuğunu hastaneye götüren bir babayla karlı dağlarda karşılaştı şimdi de. Kurtlar ulurken babanın bir hastayı mı yoksa artık bir cesedi mi taşıdığını ayırt edemedi. Öylece bakakaldı ardından. Yazmalıydı.
Bir de Ali Haydar meselesi vardı zihninde. Sadece zihninde mi yüreğini de delip geçiyordu bu ateş. Aşk, yüreğe zulümdür zaten. Bir de derebeyleri girdi mi işin içine o zaman yandığının resmidir. Ya aşk ateşi ya da zulüm ateşi kora çevirir seni. Ali Haydar da yüreğini yangın yerine çevirdi oba beyinin kızını sevmekle. Sen bir garip çobansın. Senin neyine oba beyinin kızına gönül koymak… Erenler hak divanını toplayıp aşılmaz şartı koştu Ali Haydar’a. ‘’Ya bu şartı kabul et marifetini göster ya da bu obanın çobanlığını bırakıp gurbet yollara düş.’’ dediler. Zulüm ikiye çıkmış başlamıştı yakmaya. Sürüsüne üç gün üç gece tuz verilip su içirilmeyecekti. Dördüncü günün şafağında Ali Haydar sürüyü ırmaktan koyunlara su içirmeden geçirirse oba beyi, kızını vermeye razı olacaktı. Yok, bir tane bile koyun su içerse gönlünü de alıp gidecekti bu diyarlardan.
Erenler : ’’Madem Bey kızına âşık oldun,göster marifetini dediler. Çal bakalım kavalını da koyunlar unutsun su içmeyi. ‘’Marifetinle cesaretinle bize hakikati göster de biz de senin liyakatini ölçelim.’’ dediler.Ne kolay söylediler. Dile kolay. Yaralarına tuz bastı Ali Haydar, koyunlarıyla bir olup üç gün üç gece tuz yiyip su içmedi. Dördüncü günün şafağında kurumuş dudaklarıyla başladı kavalına. O esnada üç gündür ciğerlerine tuz doldurulan sürüyü saldılar ırmağa.Kavalından ovaya saldığı destan Mezopotamya’nın ilk başaklarını verdiği günden bu yana bir daha görmediği bir aşkın destanıydı. Kavalından çıkan Mem ‘u Zîn’in ağıtıydı. Koca sürü, aşka hürmet edip çobanının dudaklarındaki kuraklığa tanık olarak ırmağa tenezzül etmeyerek geçti. Aşk hakikatti ve bıçak gibi duruyordu orta yerde. Zulmün bekçileri, hakikati saklamaya yeltendi önce. Erenler obanın beyiyle bir olup kavuşturmadılar iki aşığı birbirine. Kızılırmak’ta vuruldu Ali Haydar. Bindiği atla birlikte köprüden geçerken gelin yine bu ırmakta boğuldu. Kızılırmak o gün bu gündür kan kırmızı akar. Mem ile Zîn’i ayıran Beko, yüzyıllar sonra başka suretle gelip tüfek icat olur olmaz vurdu Ali Haydar’ı. Siz bu Beko’yu bilmezsiniz. Bin yıldır birbirini seven her genç onun korkusuyla yaşar. O zalimlerin elindeki mızraktır, dipçiktir, kırbaçtır her şeyden önce maşadır. Oba beyleri o gün bugündür hiç değişmedi. Saraylardan çıkıp kıl çadırlarda kaldılar yeri geldiğinde ama şimdi bütün metropolleri istila ettiler. Şimdi her köşe başında bir Beko, eli böğründeki hançerle göreve hazır ve nazırdı.
Başını kaldırdı yazdıklarından. Bu sefer karşısında Sümer tapınaklarından kaçan eli yüzü kan içinde bir kadınla karşılaştı. Sırtında köle pazarlarından kalan kırbaç yaraları, hala kanıyordu. Saçına yapışan kanla karışık topraktan belliydi ki her geçtiği yerde recme uğramıştı.Sol göğsünde dolaşan saçma tanelerini gösterir gibi elini kaldırdı ve yığıldı yere.Sırtındaki bıçak hala tazeydi. Bu yüzyıla aitti galiba. Odası kan gölüne döndü birden. Yazmazsa boğulacaktı. Yazmalıydı. İştar’ın ve Kibele’nin hatırı kalırdı. “Kendine Ait Bir Oda” bulup yazmalıydı yoksa Wirginia Wolf ‘un hayalleri suya düşecekti. Tamam, yazacaktı ama hangisine nereden başlamalıydı, bilmiyordu. Düşüncelerini dışarıdan gelen akşam haberleri böldü. Pencereden baktı ne çabuk akşam olmuştu? Haberlerde hep katiller vardı. Kimisi gelişmekte olan bir ülkeye yine füze yollamış galiba.Bu füzeler fakir güdümlü herhalde. Gelişmiş bir ülkeyi hiç vurmadı bugüne kadar.Kimisi de elinde satırla boğayı kovalıyor caddede. Yakalasa bir kaşık suda boğacak koca boğayı. Özgürlüğüne koşan boğa kaçtıkça esnaf kendi halinde gülüyor. Niye kovalıyor bu adam boğayı? Bir adam elinde satır bir boğayı neden kovalar? Konuşturuyor eli satırlı adamı: ‘’Benim Allah’ım var.Ona kurban olarak seni seçtim. Seni kesip parçalara ayırıp yiyeceğim.’’ mi diyor? ‘’Ne kadar dindar hayırsever ve cömert olduğumu göstermeliyim. Ne olur kaçma beni daha fazla rezil etme mahalleye.’’ Yine de bu görüntü, elinde satırla Taksim’de kadına tekme atmaktan daha mantıklı geldi ona ne hikmetse. Bu haber bitince diğerine geçildi. Bu daha beterdi.Sadece komik değil aynı zamanda trajikomikti. Okuma yazma bilmeyen sağır ve dilsiz yaşlı bir adama örgüt propagandası yapmaktan iki yıl hapis cezası isteniyordu. Aklına her nedense Aziz Nesin geldi. Galiba bu ülke Edirne’den Kars’a trajikomik bir hikâyeydi. Bu trajikomikliği yazacaktı elbet. Yazdıklarına şöyle bir baktı. Karalamaları yığın olmuştu adeta. Dört duvar üstüne gelmeye devam ediyordu. Kendini sokağa atmaktan başka çaresi yoktu artık. Zaten bir yazar, yazacaksa önce sokağa inmeliydi. O da öyle yaptı. Mümkünse bir kahvehane, bir berber, bir manav veya hiç olmasa küçük bir kalabalık bulup karışmalıydı. Netice de yazacaklarını da okuyacak olan halk değil miydi? Gidip halkı yerinde görmeye karar verdi.
Evden çıkalı çok olmamıştı ki ‘’ Kardeşim bu kırmızı ışık niye var? ‘’Sorusunu bağırarak sordu genç sürücüye. ‘’Yahu kırmızı ışıkta da geçilir mi?’’ Dedi kendi kendine. Hiçbir cevap vermeden kaçtı gitti ehliyetsiz sürücü. Denizin yükselen dalgalarına bakıp dipten gelen akıntıya sembolik anlamlar yüklemek için bir banka oturdu. Tam dalgalara ütopik hayaller yüklüyordu ki tüm sembolik değerlerini altüst eden bir sesle yan tarafına döndü. ‘’Sen bana bugün altı kez mi yoksa yedi kez mi seni seviyorum dedin? Söylesene kaç defa söyledin bunu? ’’ Genç âşıklara bakıp güldü önce.Sonra yavaş yavaş yüzünün düştüğünü ve hevesinin dalgalarda kaybolduğunu gördü. Birbirlerine neyi kanıtlamaya çalıştıklarını anlamak için o tarafa döndü. Dinledikçe ‘’Kim kimi daha çok seviyor?’’ tartışmasının içinde buldu kendini.Taraflar ilginç kanıtlarla üste çıkmaya çalışıyordu. Erkek tarafı aşkı için liseyi terk etmiş. Çalıştığı işten kazandığı parayla da sevgilisine altın kolye almamış mıydı? Diğer taraf da bu aşkı ailesinden zekice oyunlarla saklamış ve ailesine yalan söylememiş miydi? Taraflar hediyeleri hesaplayıp sadeleştirerek üste çıkmaya çalışırken o da kendi kendine ‘’ İnsan bari bir kitap hediye eder yahu! ‘’ dedi. Kitap dedi de aklına geldi şimdi bak. Sahi bu gençler okur muydu yazdıklarını? Onlardan tarafa baktığında buna pek ihtimal vermemiş olacak ki kalkıp bir kahvehaneye gitmeye karar verdi. Halk dedin mi kahvehane gelir akla. Şimdi kahvehanenin tam ortasında duman altı olmuş bir masadaydı. Herkesin kilitlendiği tarafa baktığında o da meraklandı. İskambil kâğıdından kuleler yapan mı yoksa ünlüleri taklit eden mi daha yetenekliydi? Kararsızlığını korurken tüm ülkeden gelen oylama sonuçlarını bekledi. Hazır oylama yapılırken kanal değiştirilip Süper Lige çıkacak olan takımın belli olacağı final maçını takip etmeye başladı tüm kahvehane. Gol makinası diye alınan siyahi ileri uç oyuncusu kritik bir pozisyonda ofsayta düşünce kahvehanedekiler hep beraber hayata küstü sanki. Ön tarafta çayı önünde soğumuş göbekli bir adam, artık daha fazla dayanamayarak futbolcuya ana avrat düz gitti. Öyle bir düz gitti ki sanırsın evine haciz gelmiş evi elden gidiyor.Öyle sövüyor. Ne din bıraktı ne iman ne de kitap. İki de bir ‘’Kitapsız bunlar, satılmış hepsi.Ulan ben olsam atarım bu golü be. Kitapsız bunların hepsi kitapsız…’’ Beynine kan sıçramış olan bu adamı kitap okurken hayal etmeye çalıştı ama başaramadı. Bu öyle zordu ki sanki bir adam Mercedes’ini marketin önüne çekip ‘’Prestij var mı? ‘’ diye soruyor. Sankibir adam eşinin saçını boyadığını ilk bakışta fark etmesi gibiydi.Öyle zordu yani hayal etmek. Ortamın bu kargaşasından faydalanan kahveci, hemen diğer kanala geçti. Yapılan oylama sonucunda ünlüleri taklit eden gencin zaferini alkışlıyordu stüdyodakiler. Hemen ona eşlik etti kahvedekiler. Alkışlar uzun süre sürdü. Ülkenin en yetenekli insanı mükemmel bir taklitçiydi. Sunucu alkışlardan memnun soruyor birinciye.
– Bizleri güldürerek birinci oldun.İnsanları eğlendirmeye yani güldürmeye ilk ne zaman karar verdin?
Bu soruyu uzun zamandır bekliyormuş gibi cevaplıyor yetenekli genç:
-Abi o zamanlar lisedeyim. Bir kız var deli gibi aşığım ona. Kızı görsen hem çalışkan hem de konuşunca şiir okuyor gibi dinlersin yani. Açılayım diyorum ama iki lafı bir araya getiremiyorum ki konuşayım. Ben de gidip bir şiir ezberleyeyim,çıkayım karşısına okuyayım diye dört tarafta şiir arıyorum. Neyse o gün en kalitelisinden jölelemişim saçlarımı. Üst baş o biçim fiyakalı. Bütün sınıfın gözü ikimizin üstünde… ‘’Ya Allah’’ deyip tuttum kolundan başladım şiiri patlatmaya. O ciddi ve güzel yüz nasıl da yumuşadı birden ben şiir okurken. Şiir bitti ama kız başladı gülmeye. Ben bildiğin madara durumdayım. Neden gülüyorsun dedim.Kız demez mi ‘’ Bu şiiri biliyorum ben. Adam cezaevinden annesine göndermiş.Sen git bunu anana oku.’’diye. Bütün sınıf kızla bir olup güldüler bana lise bitinceye kadar. O gün bugündür ben kitaba şiire tövbe edip insanları güldürmeye çalışıyorum.
Stüdyodakilerle beraber kahvehane de gülüyor. Yazar, gömleğinin bir düğmesini daha açtı. Çayını yarım bırakarak kendini dışarıya attı. Çok dertlenmişti şimdi. ‘’Kitaba tövbe’’ sözü kanına dokunmuştu. Kulaklarını kapatıp dört duvarın arasına dönmeyi düşündü. Otobüste kendine yer ararken hangi arabanın daha hızlı gittiğine dair sözler duydu. Dokunmatik ekranlardan ayrılmayan gözlere baktı. Şimdi şu otobüste Orhan Pamuk otursa kimse görmeyecekti. Bırak onu Barack Obama ayakta dursa kimse tanıyıp şaşırmayacaktı. Eve varıp zile bastığında üstüne gelen dört duvarını bile özlemişti. Kapıyı açan eşi onun böyle erken gelmesine şaşırdı. İçeriden gelen dua seslerine bu sefer o şaşırdı. Salona geçtiğinde gördüklerine bir anlam vermeye çalıştı. Yaşlı bir kadın salonun ortasına evdeki kitapları dizmiş ve her bir kitabın üzerine bir sebze koyarak dua okuyordu. Yanaşınca gözleri büyüdü. Milan Kundera’nın Kimlik’i üzerinde kocaman bir domates, Hasan Kıyafet’in Komünist İmam’ı üzerinde bir patlıcan. Mıgırdiç Margosyan’ın Gâvur Mahallesi üzerinde bir limon ve George Orwel’ in Hayvan Çiftliği üzerinde bir salatalık duruyordu. Eşine büyümüş gözlerle baktı. İzahat gecikmedi. Evlilikleri üzerindeki büyüyü bozmak için muska yazan kadına şükranlarını sunuyordu eşi.Bu büyü bozulmalıymış artık. Büyü bozulabilirse oğlan üniversiteye girebilecekmiş, eşi kitaplarla uğraşmayı bırakıp bir iş bulacakmış. Kendisi daha mutlu bir aileye sahip olacakmış. Eşini daha fazla dinleyemeden odasına sığındı. Odada bir peygamberin vahiy beklediği gibi bekledi. Peygamber olsa şurada yeni bir dinin ayetlerini yazsa bile eşinin okumayacağını düşündü. Yol kıyısına atılmış bir ceset gibi dönüp dolaştı odasında. Yerde kendisi gibi can çekişen barış güvercini gördü. Bozkırları yeşertecek olan ırmaklarının kuruduğunu gördü.Karanlığı kovmak için kitap kitap biriktirdiği aydınlık, sürgüne kaçan mülteci gibi uzaklaştı kendisinden. Kızılırmak, yeni aşklara can vermiyordu artık. Daha da kan akıtacaktı yatağından. Bir yılan gibi kıvrıla kıvrıla akıp bir yılan gibi sokacaktı kavim âşıkları. Yorganın altına girdi.Uyusa kurtulabilirdi Metropol Bekolarından. Orta Çağ’dan sağ kalmayı başaran bir cadı onu kırbaçlıyordu adeta. Kaşlar ok kirpikler yay olan sevdalardan şimdi zehirli oklarla darbe alıyordu. Beynine saplanan her ok kalem görünümlüydü. Mürekkep zehir olup akıyordu sayfalarından.Mızrap tetik çekmiş tel vurmuştu onu.
Güneş yeni bir güne çağırdığında uyandı. Yaşadıklarına bir anlam aradı. Rüya ile gerçek arasında bocaladı önce. Yaşadıkları rüya yoksa gerçek miydi? Usulca masaya yanaşıp yazdıklarına baktı. Yüzü güldü.Bedeni gevşedi. Yazdıklarından son paragrafı bir daha okudu:
Kardelenler, zemheri soğuğun çocuklarıdır. Her kış inatla açar ve güneşi görünceye kadar olan ömrünü direnerek geçirirler. O gün bu gündür yoksul aileler Çocuklarına ‘’Kardelen veya Berfin’’ adını verir. Bu çocuklar, gece en karanlık anın, şafağın yakınlaşmaya başladığını bilir. Bu yüzden umudunu çelikten bir elbise gibi giyip Bekolarla savaşır. Bu savaş, bozkırların yeşerdiği ve barış güvercininin özgürce uçabildiği topraklara ulaşıncaya kadar devam edecektir. Bu yüzden umudun destanı her gün yeniden yazılmalıdır.